Yazar Veysel Boğatepe, bu yıl 30. Yayın yılını dolduran aylık kültür sanat dergisi Berfin Bahar'ın Şubat 2025 de kapağında yer verdiği efsane sanatçı Ferdi Tayfur hakkında bilinmeyenleri yazdı.
Veysel Bogatepe İstanbul Yenikoy'de Ferdi Tayfur'un mezarını ziyaret etti.
Veysel Boğatepe "Ferdi Tayfur'un ardından kalanlar, yaşananlar" başlıklı yazısında, Ata Demirer, Gezegen Mehmet ve yoğun bakımda basın açıklaması yapan doktoru sert dille eleştirdi. İşte o yazı:
Arabesk müziğinin önemli temsilcilerinden Ferdi Tayfur, yaşamını yitirdiği 2 Ocak 2025’ten beridir medyada, özellikle de magazin gündeminde aşklarından, evliliklerinden, aile ilişkilerinden, mal varlığından tutun da sanki mirasçılarıymış gibi kimler arasında ve ne ölçüde paylaşılacağına dair metrekare hesabı yapılarak günlerdir evirip, çevirip reyting yükseltmeye çalışıyorlar. Medya güdümlü olunca da özgürlüğünü, evrensel değerlerini yitiriyor, gazetecilik, habercilik etiği de kendiliğinden ortadan kalkıyor, sahibin sesi olmaktan öteye gidemiyor. Ferdi Tayfur’un hastalandığı günden itibaren hastaneye kaldırılmasına, doktorunun basın açıklamasından yapmasından yaşamını yitirmesine ve AKM’de düzenlenen anma töreninden defnedilmesine kadar olan o kısa süreçte ahlaki değerleri aşındıran eylem ve davranışların pervasızca sergilenmiş olması, çürüme ve yozlaşmanın toplumdan, bireye kadar derinleştirdiğinin göstergesi oldu.
Ferdi Tayfur’un temsilcilerinden olduğu arabesk müziği bir takım sığ kafalıların yüzeysel bakış açılarıyla sonuna“çı, çu, çi, çu” ekleri alan meslek gruplarıymış gibi “Arabeskçi” şeklinde küçümsemeye çalışmalarının tutarlılığı yoktur. Öncelikle Arabesk, Arap müziği değil, Arap tarzı müziktir. Ayrıca dışlanmaya, küçümsenmeye çalışılan Arabesk’te toplumsal ihtiyaçtan doğmuştur ve en doğru bakış açısı da sosyolojik değerlendirme olacaktır. Bu bakımdan yanıtı aranması gereken soru, neden bu kadar yoğun ilgi ve talep gördüğü olmalıdır. Arabesk müzik söyleyene Arabeskçi şeklinde hitap etmek onu küçük düşürmez, aksine o işin ustası olduğunu teyit etmektir. Toplumsal meseleye sevmek veya sevmemek kıstasından bakılmaz, kişiselleştirilemez. Çünkü söz konusu toplumu kuşatan bir durum ise ve hele ki evrenselliği olan müzik ise bu kişisellikten çıkar. Bunun tümevarımı da şudur; Arabeski varoş, cahil müziği, söyleyeni ise Arabeskçi şeklinde küçümsemek aynı zamanda bu müziği dinleyenleri de dışlamak anlamına gelecektir. Ayrıca her ne kadar şiddet eğilimli kitlenin müziği olarak da eleştirilse de Ferdi Tayfur kitlesinde bu eğilimi göremezsiniz. Ferdi Tayfur’un, on binlerin bir arada olduğu konserlerinde kalabalık kitlesini adeta bir orkestra şefi gibi yönettiği onunla ilgili bilinen gerçeklerden birisidir. Bu ve benzer birçok özelliğiyle de diğer temsilcilerinden ayrılır. Bu küçük ama önemli hatırlatmadan sonra üzerinde duracağım konular tamamen farklı olacaktır. Çünkü yaşam hikâyesini, arabesk müziğini vb. zaten işleyen olacaktır. Üzerinde duracağım ayrıntılar, belki de birçoğunun ilk defa burada okuyacağı karakteristik özellikleri olacaktır.
Şekerci çırağı ile ilk tanışıklık
Ferdi Tayfur ile tanışıklığımız çok eskidir ancak düzenli olarak görüşmemiz, dostluğumuz ilk anı romanı “Şekerci Çırağı”nın yayımlandığı 2003 itibariyle olmuştur. Ferdi Tayfur’un roman yazdığını, yayıncım İsmet Arslan tarafından yayınlanacağını, ortak arkadaşımız Ahmet Selçuk İlkan söylemişti. Onun edebiyat coğrafyasına bir roman ile adım atmasını herkes gibi ben de ilginç bulduğum kadar merak da etmiştim fakat İlkan, Tayfur’un bazı çekincelerinin olduğunu hatırlatmış, desteğe ihtiyacı olduğunu söylemişti. Bu konuyu yayınevinde birlikte konuşmak için Ferdi Tayfur, A. Selçuk İlkan ve ben yayıncımız İsmet Arslan’ın bürosunda buluştuk. Ferdi ağabey endişelerini dile getirirken “Arabeskçi roman mı yazmış? Hadi canım sen de...” şeklinde benzer eleştirilere maruz kalacağını söyledi. Ayrıca edebiyat çevresinin eleştirilerinin çok acımasızca olduğunu da sözlerine eklemişti. Tespitleri, öngörüleri doğruydu çünkü genellikle yapılan eleştiriler yazarın niteliğine, yazdığının niceliğine bakılmadan ve arka kapak tanıtımı üzerinden yapılıyordu. Eğer tanıdık, dost ahbap ilişkisi veya çıkar ilişkisi var ise edebi değeri olmayan bir dosyanın ağdalı bir üslupla pazarlandığı, yazarının parlatılıp piyasaya sürüldüğü edebiyat dünyasına ilişkin bildiğimiz gerçeklerdi. Bu perspektiften bakıldığında Ferdi ağabey endişelerinde haklıydı ama haksız, maksatlı eleştiriler yapılacak diye geri de çekilmemeliydi. Kendisine “Gelebilecek eleştirilere yanıtı ben vereceğim.” dediğimde İsmet Arslan’da “Veysel arkadaş bu sorumluluğu üzerine alıyor.” diyerek destek verdi. Belki de beklemediği bir destekti ama rahatlamış, yüzündeki kaygılı ifade silinmişti. Nihayetinde kitap yayınlandı ve Ferdi ağabeyin ilk imza günü de Tüyap İstanbul Kitap Fuarı-2023’te oldu. İsmet Arslan o gün ikimize aynı gün ve saatte imza günü programı yapmıştı. İmza gününde kitap imzalatıp fotoğraf çektirmek isteyen hayranlarının dışında kitaba ilişkin herhangi bir olumsuz tavır, söylem de karşılaşmadık Sonrasında ise “Şekerci Çırağı”nı analiz ettiğim kapsamlı bir yazı yazdım. Bu yazı aynı zamanda maksatlı yapılacak olan eleştirilere yanıt özelliği taşıyordu.
Ferdi Tayfur ve Veysel Boğatepe, Tüyap İstanbul Kitap Fuarı'nda İmza Günü'nde görülüyorlar. - (Fotoğraf: İsmet Arslan - 2003)
Şekerci Çırağı ile 2003’te edebiyat dünyasına ilk adımını atan Ferdi Tayfur, 2008’de Yağmur Durunca, 2013’te Bir zamanlar Ağaçtım, 2017’de Paraşütte ki Çocuk adında ki kitaplarıyla yazma serüveninin hevesten ibaret olmadığını göstermiş oldu. İlk kitap gibi diğer kitapları hakkında da Radikal Kitap, Aydınlık Gazetesi ve Berfin Bahar dergisinde tanıtım-eleştiri yazıları yazdım. Onun yazar kimliğine değinmişken düzenli olarak kitap okuduğunu, yazmak için öncelikle okumak gerektiğinin ayrımında olan birisi olduğunu da hatırlatmalıyım. Ferdi ağabey son zamanlarda Rus edebiyatı okuyordu ve sohbetlerimiz de genellikle bunun üzerine oluyordu. Yine sohbet esnasında bitmiş dosyasını İsmet Arslan’a gönderdiğini fakat geri dönüş yapılmadığını söylediğinde şaşırmıştım. İlgileneceğimi söyleyip İsmet beyi aradığımda mailleri kontrol edip dönüş yapacağını söyledi. Kısa süre sonra da Ferdi Tayfur’dan sözü edilen dosya içerikli bir mail gelmediğini, muhtemelen kullanılmayan mail adresine göndermiş olabileceğini söyledi. Tekrar Ferdi ağabeyi arayıp durumu izah ettim. Gönderilmiş mailleri kontrol etmesini söylediğimde nasıl yapılacağını sordu, izah ettim ve gerekirse birisinden yardım almasını söyledim. Ne yazık ki konu bu haliyle kaldı, ne kendisi ne de yardımcı olan kişi veya kişilerce dönüş yapılmadı. Ferdi ağabeyin ayrıca akıbeti belli olmayan bu dosya dışında başka bir çalışması olduğunu, aralıklarla bunun üzerine çalıştığını da hatırlatmakta yarar var. Bana “Rus edebiyatı tadında olacak” demişti. Belirttiğim üzere son zamanlarda Rus edebiyatına klasiklerle başlamıştı ve benden önerebileceğim kitapların olup olmadığını sorduğunda Aleksandr Puşkin’in “Yüzbaşının Kızı” romanını okumasını tavsiye etmiş sonra da “Ağabey satın almana gerek yok ben de var. Nasıl olsa ziyarete geleceğim, onunla birlikte başka kitaplar da getiririm.” dediğimde, “Sağol gardaş” diyerek çok mutlu olmuştu. Bu kitabı önermemin nedeni ise Rus edebiyatı tadında dediği yeni romanının konu ve içerik olarak örtüşmesiydi. Ancak ne yazık ki iki yıldan beridir planladığım ziyareti gerçekleştiremedim. Onun için paket yaptığım kitaplar halen olduğu yerde duruyor. Ben gidemedim ama Ferdi ağabeyin kendisi gelmek zorunda kaldı. Hem de cansız, soğuk bedeniyle…
Lambalı saz kırıldı, İstanbul’u terk etti
Ferdi ağabey’in Marmaris’e yerleşme düşüncesini rahat, dingin bir yaşam için tercih ettiğine dair bilgiler kısmen doğrudur. Kaçışında etkili olan nedenler, isimlerini vermeyeceğim arkadaş veya dost dediklerine ilişkin yaşadığı güven sorunuydu. Sosyal medya hesaplarından aralıklarla yaptığı “Arkadaş var, dost var...” ile başlayan paylaşımları da bu yönde verilen mesajlardı. Sağlığının da ciddi şekilde bozulmaya başladığı 2008, aynı zamanda yaşamının da kırılma noktasıydı. Bu kırılma, orijinal adı “Lambalı Saz” olan senaryosunun Ata Demirer tarafından değiştirilerek “Berlin Kaplanı” adıyla çekilmesiyle başladı. Bu detayı biraz açmam gerekiyor çünkü Ferdi Tayfur’un sağlığının bozulmasında, arkadaş ve dost ilişkilerini gözden geçirip yeni kararlar almasında etkili olmuştur. Marmaris’e taşınmadan önce A. Selçuk İlkan’ın Levent’te ki kafeteryasında bir araya gelir oynadığı dizi üzerine, projelerine ilişkin sohbet ederdik. O dönem yapımcı Şükrü Avşar’a vermiş olduğu dizi sözünü yerine getirmiş ve 2007’de çekimlerine başlanmıştı. Çoğu bölümleri Urfa, Halfeti’de çekildiği için ancak İstanbul’a geldiğinde görüşebiliyorduk. Dizi devam ederken bir gün Mesam’dan beni aradılar ve kendi bünyelerinde çıkarttıkları dergi için Ferdi Tayfur ile bir röportaj yapmamı rica ettiler. Hemen Ferdi ağabeyi arayıp durumu izah ettim. İstanbul’a döndüğünde yine aynı kafeteryada buluştuk. Röportajdan sonra Şerif Sezer, Nesrin Cavadzade gibi oyuncuların da yer aldığı “Yersiz Yurtsuz” adlı dizinin 18. Bölümde biteceğini ve artık kendi senaryosuna yoğunlaşacağını söyledi. Yapımcı Şükrü Avşar’a gönderdiği “Lambalı Saz” senaryosuna ilişkin önemli gördüğü detayları anlatırken boksör rolünü Ata Demirer’e teklif edeceğini ama yapımcılara, piyasaya güvenmediğini de sözlerine ekledi. Teknik, oyuncu kadrosu, reji vb. ihtiyaç ihtiyaç duyabileceği her konuda destek vereceğimi söylediğim bu görüşme 2008’de gerçekleşmişti.
Şükrü Avşar ile teoride anlaşılmıştı ancak aradan üç yıl geçmesine rağmen somut bir adım atılmamıştı. Şükrü Avşar’ın ayak sürüdüğünü söylediği 2011’de üzüntüden yüz felci geçirdi. Taksim, Alman hastanesinde ziyaret ettiğimde Marmaris’e temelli yerleşmeyi planlandığını ama kesin karar vermediğini söylemişti. Aradan geçen bir yıl (2012) sonra da Ferdi ağabey’den gelen bir telefon ile her şey bir anda film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Eş, dostu ziyareti için Adana’da olduğunu söylüyordu ama sesinde öfkeyle karışık şaşkınlık vardı. Telefon da Ata Demirer’in “Berlin Kaplanı” filmini izleyip izlemediğimi soruyordu. Hiçbir filmini izlemediğimi, izlemeyeceğimi söylediğimde mutlaka izlemem gerektiğini söyledi. Telefonda anlattığı kadarıyla kendisine boksör rolü için gönderdiği senaryonun birçok sahnesinde küçük değişiklikler yapılarak “Berlin Kaplanı” adıyla çekilmişti. Öylesine şaşkındı ki emin olmak için tekrar bilet alıp ikinci kez izleyeceğini söyleyerek sohbeti bitirdik. İkinci defa izlemesinden sonra senaryoyu bana gönderdi. İzlemem dediğim filmi izleyip, senaryonun orijinal haliyle kıyaslayarak hangi sahnelerden nelerin alındığını, nasıl değiştirildiğini tespit ederek Aydınlık Gazetesi’nde konuya ilişkin iki yazı yazdım. Sonra ki kuşaklara örnek olması gerektiğini söyleyerek dava açacağını söyledi ve bana da “Bu konuda bana şahitlik yapar mısın?” diye sordu, kabul ettim. Medyanın yoğun ilgi gösterdiği dava sürecinde ilginçtir ki daha önceki filmlerinde de vukuatı bulunan (Örneğin: Eyvah Eyvah filminin müziğini sahibinden izin almadan kullanmıştı) Ata Demirer’i savunanlar çoğunluktaydı. Davanın ardından Ferdi ağabey ile birlikte basın toplantısı düzenleyerek toplumsal duyarlılığa dikkat çekmek için“Senaryo Benim” kampanyası başlattık fakat toplumsal karşılığını görmedi. Emsal oluşturacak bu eylem, hırsızlığa ve haksızlığa karşı birleşme çağrısıydı aslında ama çoğunluk çalanı alkışlıyordu. İki yıl süren dava, bilirkişiye havale edildi ve 2014’te Ferdi Tayfur aleyhine sonuçlandı. O sürece ilişkin gerek senaryo, gerek bilirkişi raporu vb. hepsi e-posta adresimde duyuyor. Zaten aile içi kırgınlıkları olan dost, arkadaş bildiği çevreden maddi, manevi zarar gören Ferdi ağabey’in böyle bir hadiseye maruz kalması sağlığını ciddi şekilde bozmaya başladı.
Şimdi anladınız mı neden kaçtığı mı?
Marmaris’e taşınmadan evvel kafeterya gibi bir işletmeyi devren veya satın almak istediğini söylemişti. Arkadaşım Mahmut Yılmaz o tarihte kafeteryayı devretmek veya satmak istediği için onun kafeteryasında buluştuk. Ferdi ağabey ile yüz yüze son görüşmemiz de burada oldu zaten. Randevu saatinden erken gittiğimiz için Mahmut’un dışarıdaydı. Kendisine ”Ferdi ağabey, yaş ilerledikçe sırtımızda ki yükü hafifletmek gerekirsen sen sırtına bir yük daha yüklüyorsun.” dediğimde gülümseyerek “Çok doğru bir tespit ama hazıra dağ dayanmaz. Taha’ya bir işletme bırakmak istiyorum. Hayatı, ticareti öğrensin” demişti. Ancak o görüşme gerçekleşmedi çünkü Mahmut’un dışarıda ki işi uzun sürmüştü ve Ferdi ağabeyin de başka işleri vardı. Küçük oğlu Taha için düşündüğü planını burada hayata geçirmiş olsaydı belki de Marmaris’e taşınma düşüncesinden de vazgeçmiş olacaktı. Marmaris’e taşındıktan sonra bu düşüncesini orada hayata geçirmeyi denedi. Kendisine ait arsada bir restoran açmak için girişimlerde bulundu. İnşaatın detay fotoğraflarını gönderir, fikrimi alırdı. Sadece lokanta ile sınırlı kalmayacağını, bir otel ile anlaşıp müşterilerini oraya yönlendireceğini heyecanla anlatırdı. Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla doğa ile denizin kesiştiği bir konumdaydı. Elektrik ve imarın yanı sıra en büyük su en büyük sorundu çünkü çok uzaktaydı ve belediye sınırı dışında olduğu için maliyetini kendisi karşılayarak getirmesi gerekiyordu. Bu süreçte sağlık sorunları daha da kötüleşmeye başlamıştı. Bir gün bana “O sözün çok doğru gardaş. Sırtımızda ki yükü hafifletmek gerekiyor. 20 yaşında delikanlı değiliz ki…” demiş, artık yorulduğunu devam edemeyeceğini söylemişti. Bunca emek verdiği işletmeyi ne yapmak istediğini sorduğumda, senin gibi bildiğim güvendiğim birisi olursa devredebileceğini söylemişti. Arkadaşım Mahmut Yılmaz’ı arayıp ”Ferdi ağabey senin kafeteryayı alamadı ama şimdi kendisi devretmek istiyor.” dediğimde “Hemen ara konuşalım” dedi. Kendisini arayıp Mahmut’un işletmeye talip olduğunu söylediğimde, bu işlerin telefonla olmayacağını “Buraya gelsin hem tanışmış oluruz hem de detayları konuşuruz” dedi. Ne yazık ki bu görüşme de gerçekleşmedi, küçük oğlu Taha için planladığı düşüncesini de hayata geçiremedi.
Ferdi ağabey birçok kişiden kendini tamamen soyutlayarak buradan temelli gitmesi aslında kaçıştı. Şeker hastasıydı ve taşındıktan sonra da böbrek sorunu yaşıyordu. Son kontrolünde doktorunun böbrek nakli yapılması gerektiğini benimle paylaşmış, arayışa girdiğini söylemişti. Bu konuyu konuştuğumuzda sonuçları bana bildirmesini isteyerek çevremden arayışa gireceğimi söylemiştim. Acele etmemem gerektiğini çünkü öncelikle aile, kan bağı olanlar ile görüşülmesi gerektiğini söyledi. Bu ciddi sağlık sorunu esnasında neredeyse birkaç gün içinde arıyor durumu hakkında bilgi alıyordum. Oğlu Timur’un böbreğinin uyuştuğunu söylediğinde sevinmiştim ama yine de emin değildim. Ve nihayetinde Antalya’da 2020’de böbrek nakli oldu. Ancak bu ameliyattan sonra Ferdi ağabeyin kısa bir iyileşme sürecinden sonra hızla sağlığını kaybettiğini, adeta yaşlanmayıp çöktüğünü sesinden fark etmiştim. Tüm hastalıklarının kaynağı, eş, dost, aile ile yaşadığı sorunlardan kaynaklı üzüntü ile güven sorunuydu. Konuşulmasından hoşlanmadığı için sağlığı konusunda sorular soramıyordum. Buradan taşındıktan sonra da görüşmelerimizin aralığı bir ayı bile bulmazdı ve hasta olmasına rağmen telefonlarıma kendisi dışında asla birisi çıkmaz, şimdi kulaklarımı çınlatan o içten “Ne haber gardaş, neler yapıyorsun?” cümlesiyle açardı.
Hastane sürecinde ki ayrıntılar ve kuşkular
Ferdi ağabeyin bilinmeyen bir yönü de geleneklerine bağlı, ahlaki değerlere önem vermesiydi. Kızının sanatıyla değil, evlilikleriyle gündeme gelmesi Ferdi Tayfur’un yaşam felsefesine de geleneklerine de aykırı olduğundan içten içe kahrediyordu ama kimseyle de paylaşmıyordu. Bu sorun onu hızlı bir şekilde yıprattı, sağlığını daha da kötüleştirdi. Bunca yıllık dostluğumuzda Ferdi ağabey ile hiçbir zaman aile konularını konuşmadım, kendisi de zaten açmazdı. Acısını, üzüntüsünü kendi içinde yaşadığının ve bu onu içten içe tükettiğinin farkındaydım ama bir şey yapamıyordum. Her ne kadar buradan uzaklaşmış, onlarla görüşmüyor olsa da aileyi birbirine bağlayan nedenler vardı ve bunlardan kurtulmak pek de kolay değildi. Ben de herkes gibi basından öğrendim ama hadisenin arka planını bildiğimden kendisine sadece ”Keşke daha önceden yapsaydın” demiş,“Kolay olmuyor gardaş” yanıtını almıştım. Ferdi ağabey hastaneye kaldırılmadan önce yine rutin görüme için aramış ama yanıt alamamıştım. Böyle durumlar olağandı fakat sonrasında mutlaka dönüş yapacağını bildiğimden tekrar arama ihtiyacı duymadım. Bu hadiseden birkaç gün sonra da hastaneye kaldırıldığını öğrendim. Öğrendiğim kadarıyla, Marmaris’te ki evinde 16 Aralık’ta rahatsızlanmış ve ambulans ile ilçede ki özel bir hastanede yoğun bakıma alınmış. Burada yapılan tetkikler sonucunda akciğer ödemi ile çoklu organ yetmezliği başlangıcı teşhisi konulan Ferdi ağabey, buradan da böbrek naklinin yapıldığı Özel Yücelen Hastanesine sevk edilmiş ve ameliyatla beyin damarına stent takılmış. Telefonuma cevap verilmediği için A. Selçuk İlkan’ı arayıp bilgi aldım. Büyük oğlu Timur’un eşi Nilüfer’den bilgi aldığını, ona hastanın Adana veya İstanbul’a getirilmesi gerektiğini hatırlattığını ve ailece bu akşam toplanıp karar vereceklerini söyledi. Hasta da olsa buraya gelme ihtimalinin olması biraz olsun yüreğimi ferahlatmıştı. En azından hastanede kendisini ziyaret edebilecektim. Bu sevincim fazla sürmedi, ertesi gün ambulans uçakla Antalya Medical Park hastanesine sevk edildiğini öğrendim. Burada yapılan ameliyattan bir hafta sonra da hastanenin açıklamasına göre 2 Ocak 2025’te, karaciğer ve böbrek yetmezliği nedeniyle yoğun bakıma alınmış ve saat 19: 30’da tüm çabalara rağmen kurtarılamamış.
Hastanelerin açıklaması normal çünkü kaybedilen her hasta için hemen hemen “tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı” şeklinde noktasına, virgülüne kadar aynı açıklamalar yapılır. Ancak bir hafta önce doktoru Prof. Dr. Havva Asuman Yavuz tarafından sağlık durumunun iyi olduğuna dair video görüntüsü yayınlayan hastanın, bir hafta sonra yaşamını yitirmesi normal değil. Hastane önünde veya uygun başka bir yerde yapılması gereken açıklamanın, durumu kritik bir hastanın odasından hem de görüntülü yapılmasının okuması, sorgulanması gerekmektedir. Bu durum, gerekli hijyen ortamının sağlanmadığını ve dolayısıyla enfeksiyon kapabileceği kuşkusunu akla getirmektedir. Daha da önemlisi doktorun yetkinliği konusunda ki kuşku ve hasta psikolojisi konusunda ki yetersizliğidir. O açıklamanın yapıldığı görüntü dikkatli izlediğinizde, konuşturulmaya çalışılan hastanın psikolojisinin çökmüş olduğu görülecektir. Yıllardan beridir kamera karşısına çıkmak istemeyen bir hastayı o haliyle video çekerek basına servis etmek hastanın moralini bozmaya yeterli bir nedendir. Ferdi ağabeyin o görüntüde ki bakışlarından, yüz ifadesinden de bunu anlamak mümkün. Konuşmakta zorluk çeken hastasını ısrarla konuşturmaya çalışan, her lafının başına veya sonuna “inşallah, maşallah, şükür” ekleyen Prof. Dr. Havva Asuman Yavuz’un, cenaze imamı mı yoksa doktor mu olduğu belli değil. Kamera karşısında“Ferdi bey nasılsınız?” sorusuna “sayenizde iyiyim” diyen hastayı “Allahın sayesinde” şeklinde düzeltmesi, yönlendirmesi bilime de akla da aykırıdır. Doktorun yönlendirmesiyle Ferdi ağabey sanki yanlış bir şey söylemiş gibi sözünü “Allahın sayesinde” şeklinde düzeltmek zorunda kaldı ama sözünü düzeltirken yüzüne yayılan pişmanlığın, şaşkınlığın ve çaresizliğinin iç sesi “Beni bu mu kurtaracak?” sorusuna yanıt arıyordu. Hastanın Allah’ın izniyle iyileşeceğine koşulsuz inanan doktorun o hastanede ki görevi nedir acaba? Üzerini hastane reklamıyla dolu çarşaflarla örtülen hastanın yoğun bakımda videosunu çekmekte ki amaç, Ferdi Tayfur şöhreti üzerinden hastanenin reklamını mı yapmak? Sorular çoğaltılabilir ama burada dikkat çekmek istediğim nokta, Ferdi ağabeyin cesedini teslim eden o hastanenin bilime, insanlığa, vicdana sığmayan davranış ve eylemleridir. Kimsenin dikkat etmediği bu ayrıntılar, Ferdi ağabeyin ölümünde ki ihmalleri, ölüm nedeninin açıklandığından farklı olabileceğini ve hastane yönetiminin duyarsızlığını gösteren somut örneklerdir.
Tabutu önünde yapılan saygısızlıklar
Anma töreninin genel bir bir çerçevesini yapacağım ama Tele-1 TV’de program yapan Musa Özuğurlu adında bir lümpene de gereken yanıtı vermeliyim. Ölümünün altyazı ile duyurulduğu programında “Ferdi Tayfur öldü, herkes bir övüyor bir övüyor. Sanatsal açıdan berbattı. Ağlak bir arabesk yapan birisinden bahsediyoruz. Müzikal açıdan baktığımda berbattı yani bu kadar. Bu gerçekleri söylemem gerekiyor.” şeklinde yorumlayan Musa efendinin ifrazatının tamamını ekranlardan kusmasına müsaade ederek onunla aynı zihniyeti paylaştığını da böylece göstermiş oldu. Oysa rejinin asıl görevlerinden birisi de sunucuyu yönlendirmek, hataları konusunda uyarmak olduğunu biliyoruz ama öyle olmadı. Kanal yönetimi önce müsaade etti, toplumdan tepki gelince özür diledi, suçu Musa efendinin üzerine yıkarak sıyrıldı. Arabesk bilimciliğine soyunan Musa efendinin öncelikle biraz dilbilgisi çalışması gerekiyor çünkü Türkçe gramerde “ağlak” şeklinde bir sözcük yoktur. Ayrıca birisini sevme veya sevmemenin kişisel ama Ferdi Tayfur’un toplumsal karşılığı olduğunun da ayrımına varması gerekiyor. Sebep ne olursa olsun cevap hakkı olmasına rağmen bu hakkını fiilen kullanamayacak birisinin ardından böylesine nefret kusmak gerçekleri söylemek değil, bastırılmış alt kimliğin dışavurumudur. Musa efendinin yanıtını araması gereken asıl soru ise neden böylesine büyük kitleler tarafından beğenilmiş olmasıdır. Yanıta ipucu olarak sözü ve müziği kendisine ait “Fadime’nin Düğünü” şarkısını verebilirim. Gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin programına aldığı ama bir türlü pratikte uygulayamadığı “tersine göç” sorununu ana tema olarak işleyen bir şarkıdır. Demek ki kafa dar, dağarcık sığ olunca hep aynı noktaya ama bakmak kaçınılmaz oluyor.
Ferdi ağabeyin AKM’de başlayan anma töreninden, camiye, buradan da uykunun sonsuzluğuna yatırılacağı mezarı başına kadar olan kısacık yolculuğu esnasında “Ferdi Baba” olarak bağrına basan milyonları aşan kitlesel hayranlarının, dinleyicilerinin samimi ve yalın duyguları, tabutu önünde onu anlatmaya çalışanlardan daha rasyoneldi. Çünkü toplumsal çürümenin en yalın halinin ortaya konulduğu o anma töreni, cenaze geleneği içerisinde öleni hatırlamak ve saygı duymak için yapılan inançlar ve uygulamalar toplamından uzak adeta nikâhı, düğünü andıran bir merasime dönüştürüldü. Kendisi hakkında konuşulanları onaylayacak veya itiraz edecek durumda olmadığından, bu hakkının fiilen ortadan kalkan birisi hakkında söylenenler genellikle olumlu, insanların duygularını okşayacak sözler olduğundan katılımcılar tarafından sorgulanmadan kabul edilir. Tabut üzerinden belli bir amaç ve hedefe varmak isteyenler ise ölen kişiyle olan ilişkisini daha da dramatize ederken diğer yandan da gerçekleri çarpıtarak aralarında ki hukukun güçlü olduğu yönünde bir algı oluşturma çabasına girer. Bu törende ki amaç da Ferdi Tayfur şöhretini kullanmak, yarım kalan veya başlanmamış projelerine, işlerine talip olmaktır. Bunun için de tabutu önünde piar çalışması yapmaktan, siyasi bir ideolojiye yamamaktan kaçınmayacak kadar insani değerlerden soyutlanmışlardır. Ferdi ağabeye anılması, saygı duyulması maksadıyla yapılan törenin genel görüntüsü de buydu ve bu büyük saygısızlık herkesin, medyanın önünde alenen yapıldı.
AKM’de düzenlenen töreninde, tabutunun önünde reklam yapmakla kalmadılar, siyasete malzeme edecek kadar pervasız bir tutum sergilediler. Gezegen Mehmet mahlasını kullanan Mehmet Akbay, ailesinin isteği üzerine sunum yapmayı kabul ettiğini söyleyerek başladı. Tayfur’u bildik, klişe ağdalı sözlerle sunarken Kral FM’nin bolca reklamını yapmakla kalmadı, kendisi gibi Ferdi Tayfur’u da AKP’ye yamamak için Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden beri yakın dost olduklarını söyledi. Sonrasında aynı isimleri iki defa anons ederek sahneye aldı ve yine Ferdi Tayfur ile belgesel konusunda görüştüğüne dair bir dizi iddiaları ortaya attı. Tüm konuşma içeriğinden maksadının Tayfur’u anmak değil, onun yarım kalan veya yapılacak olan işlerinden, şöhretinden nemalanmak olduğu açıktı. Tüm bunları tabutun önünde söyleyecek kadar pervasızlaşan Mehmet Akbay, Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminden beridir belediyelerle iş tutan, nemalanan birisidir. Erdoğan hapse girdiğinde Kral FM’den, kaldığı cezaevinin adresini yayınlayarak mektup kampanyası başlatmış, belediye başkanlığı döneminde belediyenin organizasyon işlerini yürütmüş, Somali yardımında milyonları toplamıştır. Tabut başında reklamını yaptığı, övünç kaynağı ettiği Kral TV’yi batırdığı için de TMSF tarafından el konulmuş, görevine son verilmiştir. Yapabileceği en iyi iş, kolay yoldan kazanmak olan Akbay, bunlarla da yetinmedi Ferdi Tayfur’un, belediye konserlerine ücretsiz çıkacak kadar Erdoğan ile eski dost olduğu yalanını söyleyerek siyasi propaganda yaptı, gerçekleri çarpıttı. Bu esnada bir grup bağnazın “tekbir” diyerek konuşmaları bölmesi, bu grubun bilinçli olarak kalabalığa sokulduğunu gösteriyor çünkü Ferdi ağabeyin dinleyici profiline uymayan bir davranış biçimidir. Tüm çirkinlikler, saygısızlıklar yapılırken ona bu görevi verenlerden hiçbirinin uyarmamış olması Ferdi ağabeyin “Şimdi neden kaçtığımı anladınız mı?” sorusunun yanıtı gibiydi. Sözünü ettiği konser, Erdoğan’ın belediye başkanı olduğu 1995’te belediye tarafından düzenlenen “İstanbul’a 200 bin ağaç Kampanyası”dır. Ferdi Tayfur’a daveti götüren de kendisidir. Tayfur’un ücret almadığı doğrudur ve bu davranışı da kişisel değil, toplumsaldır. Erdoğan değil, başka birisi olsaydı Ferdi ağabey yine ücret almadan destek verecektir ama bu davranışından o kişiyle eskiden beridir dost olduğu sonucuna varmak doğru değil maksatlıdır. Toplumcu bakış açısına sahip Ferdi Tayfur’un toplumu kapsayacak, yararına olacak bu tür projelere destek vermek için organizasyonu düzenleyenin siyasi bakış açısına bakması da gerekmez.
Benzer bir hadise de 9 Şubat 2016’da, “Dünya Sigarayı Bırakma Günü” dolayısıyla cumhurbaşkanlığı külliyesinde verilen resepsiyondur. Birçok kişinin davet edildiği resepsiyona Ferdi ağabey de katılmış ve istek üzerine “Sigarayı Bıraktım” şarkısını söylemiştir. 2008’den beridir sigarayı bırakmaya çalışan Ferdi ağabey, toplumu sigara konusunda bilinçlendirmek, katkı sunmak için o mecranın, düzenleyenin kim olduğuna bakmaksızın davete katılmıştır ki ağaç kampanyasında olduğu gibi bu eylemi de toplumsaldır ve takdir edilecek bir davranıştır. Abay’ın, gerçekleri çarpıtarak AKP ile ilişkilendirdiği Ferdi ağabeyin bu iki organizasyon dışında hiçbir ilişkisi olmamıştır. Aksine Ergenekon sürecinde AKP uygulamalarına isyan etmiş, birçok sözde yazarı, aydını, sanatçısı susarken, güç erkinin kurşun askerliğini yaparken o sesini yükseltmiş, gazetelere demeçler vererek AKP’nin hukuksuz uygulamalarına tepkisini göstermiştir.
Unutulan yazar kimliği, bilinmeyen kişiliği
Anma töreninde ki konuşmacılar arasında kuşkusuz onu en iyi tanıyan, uzun yıllardan beridir birlikte çalıştığı A. Selçuk İlkan’da vardı. Tayfur’un kendisine“Defterim, kitabım, öğretmenin olmadı. Bir de baba diyemedim.” dediğini hatırlattı ama okuma, yazmayı askerlikte öğrenen Ferdi ağabeyin düzenli kitap okuduğundan ve dört roman yazdığından hiç söz etmedi. Oysa okuma, yazması olmayan birisinin dört roman yazması takdir edilmesi gereken büyük bir başarıyken unutulması yazar kimliğini yok saymaktır. Ferdi ağabeyin, babasının vefatıyla yokluk ve yoksullukla geçen trajik bir yaşama maruz kaldığı, yarım kalan eğitimine devam edemediği doğrudur. Annesi başka birisiyle evlendiği için de küçük yaşlarda üvey babasının şekerci dükkânında çırak olarak çalışmıştır. Zaten 2003’te Kora Yayınları’ndan çıkan “Şekerci Çırağı” adlı anı romanında da kendi öz yaşamını yalın, ajite etmeyen bir üslupla anlatır. Ferdi ağabey son derece naif ve kırılgan bir yapıya sahip olduğu kadar haksızlığa, yalana çabuk tepki veren birisiydi. En önemlisi özelliğinden birisi de ilkeli olduğu kadar öz eleştiri yapmasıydı. Kapitalizmin kimlikleri şekillendirdiği düzende çoğunluk kendini olduğundan farklı pazarlarken o “Cahil kaldım ama kendimi yetiştiriyorum.” diyecek kadar kendisiyle barışık birisiydi. Gülhane konseri rekorunu şu zamana kadar onun dışında kıran yoktu ama bunu hiçbir zaman övünç kaynağı yapmadı, toplumun ve sevenlerinin takdiri olarak değerlendirdi. Kimsenin şarkısını okumamış olması da beğenmemek anlamında değil, prensiplerinin gereğiydi.
Dışarıya karşı güçlü bir karakteristik duruş sergilerken içten ise son derece naif ve kırılgandı. Güven duygusu, karakteristik özelliğinin belirleyicisi olduğundan bu konuda sorun yaşadığı kişilerden kendini soyutlar ( ki o kişilerden bazıları da anma töreninde sahneye çıkıp dostluklarından söz etti) ve genellikle “ilişkiyi kesme, görüşmeme kararı” ile sonuçlandırırdı. Genel ahlak kurallarını, çekirdek aile yapısını önemseyen ve bu kurallara da bağlı birisiydi. O nedenle bu tür hadiseler yaşandığında üzülmek hafif kalır, kahrolurdu. Buralardan uzaklaşmasında gerek toplumsal gerek aile çevresinden gelen olumsuz, üzücü durumlar etkili oldu çünkü üzüntü, hastalığının kaynağıydı. Ancak kendisi de ifade ettiği üzere kaçış ne yazık ki kurtuluşu getirmedi. Özellikle de kızı ile yaşadığı sorunlar sağlığının hızla bozulmasına neden oldu. Nihayetinde yaşamı ilke edinen ve bu uğurda mücadelesini sürdüren şekerci çırağı, etrafını saran üzüntüyle mücadeleden vazgeçerek yorgun, kahırlı bedenini sonsuzluğun uykusuna bıraktı. Yeniköy mezarlığında vasiyeti üzerine annesinin yanına defnedildi. İki oğul bir ananın sonsuzluğun kollarında dingin bir şekilde ve sessizce uyudukları mezarı, ölümünün 4. Gününde bir kez daha ziyaret ettim. Beni duymasa da içimden“Yolun aydınlık olsun şekerci çırağı, söz verdiğim halde ziyaretine gelemediğim için bağışla!” diyerek son bir kez vedalaşıp ayrıldım.
Veysel Boğatepe, Yeniköy, İstanbul.
Berfin Bahar 30. Yıl, 324. sayısı - Şubat 2025